DIE BLEIERNE ZEIT (MARIANNE & JULIANE)
Rosa Luxemburg, Hannah Arendt isimli biyografik filmleriyle Yeni Alman Sinemasının sol cenahının güçlü isimlerinden olan cesur sinemacı Margarethe Von Trotta’nın yazıp yönettiği Die Bleirne Zeit, İngilizce çevirisiyle Marianne & Juliane, RAF, Kızıl Ordu Fraksiyonu veya bir diğer bilinen adıyla Baader Meinhof Grubu’nun Batı Almanya sokaklarını kasıp kavurduğu hareketli 70’li yıllara götürüyor bizleri. RAF’ın kurucu beyin takımından Gudrun Ensslin’in kardeşi Christiana ile hayatlarından esinlenilerek kaleme alınan film Juliane ve Marianne kardeşler üzerinden Almanya’nın savaş sonrası yıllarından 80’lerin sonlarına uzanan sürecini anlatıyor.
ELEŞTİRİ
Yönetmen Trotta daha kardeşlere verdiği isimlerden çok önemli bir denklem kuruyor aslında bizlere. Gerçekte Gudrun Ensslin ile ablası Christiane Ensslin’in öz kardeş olmalarına karşın isimlerinde herhangi bir benzerlik yokken kendi hayatlarından esinlenerek kaleme alınan bu filmde kullanılan kardeşlerin isimleri, okunuşları birbirine çok net bir şekilde benziyor. Bu son derece zekice yönetmen dokunuşu aslında filmin tüm mevzusunu anlatmakla anahtar rol oynuyor. Juliane’yi gördüğümüz ilk sahneyle birlikte kendisinin karşısında kapalı olmasının yanında kilitlenmiş bir pencere görüyoruz. Bir odada olduğumuzu anladığımızda kamera Juliane’ye yaklaşıyor ve bu olurken aynı odadaki kütüphanede üzerlerinde tarihlerin yazılı olduğu dava dosyalarını görüyoruz. Sonrasında kamera tekrardan Juliane’ye yaklaşmaya başlıyor ve filmin ismi kalın bir puntoyla kendisinin yüzünün üstünde yazılı olarak çıkıyor. Aslında buradan itibaren filmin son derece karakter odaklı bir hikaye olduğunu, bunun ötesinde sembolik bir anlatıyla devam edeceğini de az çok kestiriyoruz. Kilitli pencere ve birbirinden farklı tarihlerin yazılı olduğu dava dosyaları Almanya’nın kilitli kapılar ardında tuttuklarının ortaya döküleceği, sırların, gerçeklerin ifşa edileceği, bunun yapılırken de hayatlarında sıkışıp kalmış bir jenerasyonun hikayesine gireceğimiz izlenimi veriliyor bizlere.

Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Buradan itibaren film içerisinde çok fazla tarih belirtilmeden ama ortalama bir sinema seyircisinin de rahatlıkla anlayabileceği bir şekilde geriye dönüşler yapılıyor. Bu hareketli kurgu bizi filmden kesinlikle kopartmıyor tam tersine filmin daha da içine çekiyor aslında. Almanya’da Nazi dönemini gençliklerinde ve yetişkinliklerinde yaşayan jenerasyona atıflar yapılıyor ve aslında yadsınamaz bir gerçek olarak Almanya’da savaş sonrası jenerasyonun nasıl bilinçli bir jenerasyon olduğunu, anne babalarına nasıl hesap sorabilip ayrı yollara gidebildiklerini de görüyoruz. Bir fact olarak RAF örgütünün kurucu üyelerinin ve aslında 60’ların sonları ve 70’lerdeki Alman gençliğinin anne babalarının rahatlıkla %90 oranında Nazileri desteklediğini hesaba kattığımızda filmde o yıllara dair yapılan geri dönüşler çok önemli yer tutuyor.
Film aslında bu noktalarda çok keskin bir didaktik anlatıya bürünüp daha gişe kaygısıyla hareket edebilecekken öyle yapmıyor ve karakter anlatımına geri dönülüyor. Özellikle çelişki kavramına verilen büyük önem kardeşlerin çocuklukları ve bizim günümüz olarak izlediğimiz gençliklerinde büyük farklılıklar gösteriyor. Gudrun Ensslin’in ablası olarak izlediğimi Juliane, çocukluğundan ergenliğine sürekli olarak bulunduğu her ortamda aykırı, sorgulayan, farklı olan olmuşken gençliğine geldiğimizde ise sinen, sistemin istediği şekilde aile kurup çoluk çocuğa karışmış bir insan olarak karşımıza çıkıyor. Onun tam tersine bir çocukluk ve ergenlik yaşamış olan Marianne’in ise gençliğinde sosyalist harekete katılarak son derece radikalleşmiş ve bir örgütün silahlı kanadında yer alacak kadar gözünü karartarak 180 derecelik bir değişim yaşamış olduğunu görüyoruz. Çocukluğunda son derece dindar, muhafazakar ve geleneksel aile yaşamına bağlı gözükürken sonrasında yaşamış olduğu bu değişimi aynı zamanda ülkesinin yakın tarihiyle alakalı gözünün açılmasına, sorgulamaya başlamasına da bağlayabiliriz. Juliane ise filmin başlarında kısa bir sahnede değinildiği üzere barışçıl eylemlerle kendi vicdanını rahatlatmaya çalışırken bir yandan da zor bir ‘aşk’ ilişkisini de yürütmeye çalışıyor. Aslında filmin en önemli kararlarından birisi de RAF örgütüne hiç değinmemeyi seçmesi. Günümüzde dahi adı anıldığında şok etkisi yaratan örgütün resmi olarak 1998’de kendini feshetmiş olmasına karşın filmin çekildiği 1981’de hayli aktif olması, özellikle beyin kadrosunun devlet tarafından katledilmeleri sonrası ikinci kuşak eylemcilerin sokaklarda dolu dizgin dolaştığı dönemde çekilen bir filmde bahsedilmemeleri filmin önemli bir artısı. Yönetmen kendi dünya görüşünü filme yem etmeyerek, aslında rahatlıkla kendi egosunu da tatmin edebilecekken bunu yapmayarak son derece insancıl bir hikaye anlatmayı seçiyor. Bunu yaparken gerçek arşiv görüntülerine de yer vererek yer yer belgesel tat verirken sonrasında özüne dönüyor ve bizleri tekrar hikayesine rahatlıkla bağlamayı başarıyor.
Özellikle hapishane sahneleri dahil olmak üzere şehrin genel çekimlerinde geniş açılı lenslerin kullanılması dünyadaki her modern ‘demokrasi’ beşiği ülkelerinde gördüğümüz dev adalet sarayları, polis merkezleri vb. gibi devlet binalarının filmde böyle gösterilmesi de aslında bir nevi Batı Almanya’nın da kendi içindeki otoriterliğinin, insan hakları ihlallerinin de birer ifşası niteliğinde önemli göndermeler olarak göze çarpıyor. Devlet binalarının lüksü ve şatafatı karşısında Marianne’nin tutulduğu hücreler, verilen tecrit cezaları vb. gibi sahneler de Alman ‘demokrasisinin’ gerçek yüzünü görmemiz açısından son derece önemli sahneler niteliği taşıyor.
Yazının başındaki kardeşlerin isim benzerliği meselesine dönüş yaparsak da orada da yönetmen şöyle bir hamle yapıyor. Öz kardeş bile olsa, ne kadar aynı görünürsek görünelim aslında birbirimizden çok farklı olabileceğimizin mesajını veriyor veya uyarısını yapıyor bizlere. Marianne’nin öksüz kalacak olan çocuğunun ise annesi sonrası annesi ve çevresine yaşadığı yabancılaşma, hissettiği düşmanlık ve nefret duygusu ise klasik çocuk davranışından çok daha derin okunabilecek oldukça önemli bir nokta olarak akıllarda yer ediyor. Finale geldiğimizde ise Juliane’nin şu sözüyle karşılaşıyoruz; “Sana onu anlatacağım. Bildiğim kadarıyla her şeyi….” + Her şeyi istiyorum. Hadi başla!!!!
Burada sonlanan filmimizle birlikte Alman toplumumun kusursuz bir tasviriyle karşılaşıyoruz aslında. Burada Marianne’nin küçük oğlunun istediği ‘her şey’ elbette sadece annesi, örgütle bitmiyor. 1930’lar, savaşın, başlangıcı, bitişi…… Ve tüm bunların anlamının aslında açıklanamayacak veya henüz yüzleşilemeyecek kadar karanlık olması, ağır olması. 1981 yılı düşünüldüğünde bu çok anlamlı ve derinlikli finalle birlikte Margarethe Von Trotta bizlere bir toplumun karanlıktan dünyaya seslenişini başarıyla resmediyor.
Deniz Kuş