Ainda Estou Aqui/ I’M STILL HERE
Ernesto Che Guevara’nın gençlik dönemindeki motorsiklet yolculuğu yıllarına odaklanan The Motorcycle Diaries (Motorsiklet Günlüğü) ile adını sinema tarihine kazıyan devrimci yönetmen Walter Salles’in sarsıcı ve cesur dönüşü olarak adlandırabileceğimiz yeni filmi I’m Still Here, Brezilya’nın 60’lı yıllarından 70’lere uzanıyor ve dönemin ünlü muhalif siyasetçilerinden Ruben Paivas’ın gözaltında kaybedilmesine ve sonrasında yaşananlara odaklanıyor.

ELEŞTİRİ
Film aslında yukarıda okuduğumuz kısa tanıtım kısmından da göreceğimiz üzere bizlerin de kendi ülkemizde hiç yabancı olmadığımız kavramlara, askeri faşist darbelere, gözaltında kayıplara odaklanıyor. Salles bunu yaparken gerçek Paivas ailesiyle olan tanışıklığını da kullanarak son derece radikal, can acıtıcı bir aile dramını dünyanın bir dönemindeki birbirinden farklı ülkelerinin acılarıyla çok başarılı bir şekilde harmanlıyor. Bunu yaparken de elbette son derece enternasyonal davranarak izleyici ayırt etmeksizin herkesten belli bir geçer not alacağını da biliyor. Özellikle siyasete, dünyanın yakın tarihine, Latin Amerika’ya ilgi duyanların çok rahatlıkla izleyeceği I’m Still Here, politik tavrının yanı sıra birbirinden farklı janralara da göz kırparak açtığımız her çekmecesinde bize farklı duygular vadeden dopdolu bir filme evriliyor.
Yazının buradan sonrası filmi izlemeyenler için spoiler içermektedir.
Açılış sahnesinden itibaren verdiği çok başarılı gerilim duygusunu filmin tamamına yayarak ama yer yer de yaymayarak, sıcacık aile sekanslarıyla yer yer yüzümüzü tebessüm ettirmeyi, olumlu anlamda bizi duygulandırmayı da başarıyor. Paivas’ın eşi Eunice Paivas, filmin baş karakteri olarak çokça duyguyu üst üste yaşıyor. Eşinin ortadan kaybolmasının ardından hapse atılması, kızıyla birlikte işkence görmeleriyle birlikte film tüm ciddiyetini toplayarak bizi bir hukuk mücadelesine hazırlamaya başlıyor. Filmin başındaki tünel sekansında ailenin gençleriyle birlikte yaşamaya başladığımız gerilim bir noktadan sonra artık Ruben’in olmayacağını idrak ettiğimizde çok güçlü bir adalet arayışına dönüşüyor.
Filmde yer yer gördüğümüz ailece fotoğraf sahnelerindeki neşenin, mutluluğun, sıcaklığın ve samimiyetin ailenin küçük kızının el kamerasında saklı kalmasıyla arada bir kendimizi yeniden toparkasak da bir ailenin mutluluğunun bir kamerada saklanmak zorunda kalmasına da üzülmeden edemiyoruz. Özellikle fotoğraf sahnelerindeki ışıl ışıl gökyüzü ve canlı renk paletiyle ailenin kendi içindeki genel duygu duruma dair de oldukça fazla şey öğreniyoruz ve film hem siyasi arka planı, bunun haricindeki ailenin jenerasyon olarak farklı yıllarının gösterilmesiyle bir belgesele de dönüşüyor aslında. Belgeseli andıran sahnelerde mutlu aile tablolarına doyarken gerçeğe, şimdiye döndüğümüzde üst üste hayal kırıklıkları ve üzüntü içimizi kaplıyor.
Eunice’in tek başına verdiği mücadele karşısında hayranlık duymadan edemiyorken faşist cuntanın 15 yıl boyunca Brezilya’da nasıl işlediğine de elbette şahit oluyoruz ve buralarda ülkemizi de düşünmeden edemiyoruz. 12 Mart’tan ziyade en çok da 12 Eylül’ü gözümüzün önüne getiren bu sahnelerin özellikle yaşı eren seyircilerde daha büyük etkiler bırakacağı da aşikar. Tüm bunlar olurken filmde katıksız bir kurgu başarısı olduğunun altını defalarca çizmemiz gerekiyor. Chiara, The Lost Daughter gibi filmlerle tanınan Affonso Gonçalves’in göz alıcı kurgusu sayesinde I’m Still Here hiçbir sahnesinde ciddiyetinden kopmamayı başarıyor ve yukarıda değindiğimiz türden türe geçişi de başarıyla yapıyor. Senaryoda Ruben Paivas’ın oğullarından Marcelo Rubens’in de imzasının olması samimiyeti, gerçekçiliği ve içtenliğe dair kafamızda en ufak bir soru işareti kalmamasını sağlarken elbette Walter Salles’in mükemmel diyebileceğimiz yönetmenliğiyle I’m Still Here seyircisini mest etmeyi başarıyor.

Finale doğru merak duygusu normal olarak ayyuka çıkarken yerinde kullanılan zamansal atlamalar, hem ailenin durumuna, hem de Brezilya’nın ülke olarak cunta rejimi sonrasındaki durumuna da ışık tutuyor. Eunice’in yaşlanmasıyla birlikte artık çocukların da kendi ailelerini kurmuş olduğunu görmemizle gözümüz Ruben’i ararken adeta bir dava dosyası şeklinde ilerleyen film koskoca bir nihai cezasızlık kararını yüzümüze vurarak son noktayı koyuyor. Burada elbette Türkiye’de özellikle yaşanan insan hakları ihlallerinde verilen kararlar da aklımıza gelirken aslında herhangi bir ülkeyle aramızda bir farkın da olmadığı, aynı tarihi, aynı acıları dibine kadar yaşamış olduğumuz gerçeğiyle karşılaşıyor, filmden dopdolu, içimizi kaplayan bir kardeşlik, yoldaşlık duygusuyla ayrılıyoruz.
Deniz Kuş