Solun Nergis Çiçekleri

Narcissus, Yunan mitolojisinde, güzelliğiyle ünlü bir gençtir. Doğduğunda, annesi geleceğini öğrenmek için kâhin Tiresias’a gider. Tiresias, Narcissus’un kendi yansımasını tanımadığı sürece uzun bir yaşam süreceğini söyler.

Narcissus büyüdükçe güzelliği herkes tarafından fark edilir. Hem kadınlar hem de erkekler ona hayranlık duyar ve âşık olurlar. Ancak Narcissus, kendisine olan bu aşklara ve hayranlıklara karşılık vermez ve onları küçümser. Onun kibirli tavrı, âşık olanları incitir ve üzüntüye boğar.

Bir gün, Narcissus ormanda dolaşırken su perisi Echo ile karşılaşır. Echo, Narcissus’u gördüğünde ona âşık olur. Ancak, Narcissus’un ona karşılık vermez. Küçümseyici tavrı, Echo’nun kalbini kırar. Echo, aşkının karşılıksız kalmasının üzüntüsüyle yavaş yavaş eriyip kaybolur ve geriye sadece sesi kalır.

Tanrılar, Narcissus’un kibirli ve bencil tavırlarına kızarlar ve onu cezalandırmaya karar verirler. Bir gün, Narcissus, ormanda dolaşırken bir pınarın yanında durur ve su içmek için eğilir. Suyun yansımasında kendi güzelliğini görür ve anında bu yansımaya âşık olur. Kendi yansımasına olan bu umutsuz aşk, onu çaresiz ve perişan hale getirir. Narcissus, yansımasına dokunmaya çalışır ancak her seferinde suyun dalgalanmasıyla yansıma kaybolur.

Günlerce hatta haftalarca, Narcissus pınarın yanında kalır ve yansımasına hayranlıkla bakarak yaşar. Zamanla, açlık nedeniyle zayıflar ve sonunda hayatını kaybeder. Tanrılar, Narcissus’un bu trajik sonuna üzülerek, onun bedenini nergis çiçeğine dönüştürürler.

Sadece kendisini gören ve çevresindeki dünyayı görmezden gelen Narcissus gibi, neoliberal ideoloji de bizi yalnızca kendi “başarı” hallerimizden sorumlu izole aktörler olarak görmeye teşvik ediyor.

Nasıl ki Narcissus’un yansımasına olan saplantısı onu başkalarıyla anlamlı bağlar kurmaktan alıkoyuyorsa, neoliberalizmin yarattığı yıkım da kimlik mücadelesinin öznelerine aynı saplantıyı doğuruyor ve kimlik siyasetinin sınırlarına çekilmeyen tüm aktörler sahneden silinmek isteniyor.

Bu yazıyı, geçtiğimiz günlerde X’te paylaşılan bir tweet zincirinden yola çıkarak yazıyorum. “Biraz da 68 devrimci kuşağının homofobikliği hakkında konuşalım” diye başlayan zincir devamında kerameti kendinden menkul bir hatırat paylaşıyor. Görüyoruz ki birileri 68 kuşağı devrimcilerinin homofobik olduğunu kanıtlama telaşına düşmüş. İlk önce gülüp geçiyoruz, sonra alıntılarda “örgütlü mücadele” yürüttüğünü iddia eden solcuların da benzer “hesaplaşmalara” kalkıştığını görüyoruz.

Baştan söyleyelim bu yazı 68 kuşağından devrimcilerin, bireylerin yönelimlerine dair yaklaşımlarını tartışmayacak. Bu yüzden yazıyı geçmiş kuşakların eğilimlerini merkeze alarak değil, tersine bizim tarihsel ve güncel çelişmelere yaklaşımımızı esas alarak ve bazı soruların peşinden koşarak sürdüreceğim. Biz derken elbet genç kuşak devrimcileri ve dünyaya soldan bakanları kastediyorum.

Tarihsel Materyalizmde Israr

Öncelikle siyaset sahnesinde bulunmayan ancak genel atmosferden etkilenen bireyler tarafından sıkça tekrarlanan bu tutarsız sataşmanın ilk ve biricik olmadığını, kimlik hareketlerinin bütününe yayılan bir “bilinçsizlik” hali olduğunu belirtmeliyim. Yine de bu basit sataşma karşısında en saf rolü üstlenerek geçmişe yönelik bu yaklaşımların neden hatalı olduğuna değinmeye çalışacağım.

Tarihsel materyalizm bize toplumsal hareketlerin kendi dönemlerinin maddi koşulları ve sınıfsal çelişkileriyle bağlantılı olarak anlaşılması gerektiğini söyler. Başka bir deyişle devrimci hareketleri tarihsel ve maddi bağlamları içinde ele almalıyız.

Örneğin 68’i anlamak için İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik patlamayı, emperyalist hegemonyanın Avrupa’dan Amerika’ya geçişini, Vietnam Savaşı’nda açığa çıkan emperyalist saldırganlığın vahşetini, Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki yeni sömürgeciliğe karşı yükselen mücadelelerini incelemeliyiz. Ve tüm bunların ışığında Türkiye’nin özgün koşullarını, 1961 Anayasasını, Türkiye’nin sosyo-kültürel yapısını, nüfus dağılımını, işçi hareketini, gençliğin durumunu, sosyalist hareketlerin gelişkinliğini ve tüm bunlara 68 kuşağından devrimcilerin nasıl cevaplar ürettiğini, bu cevapların dünyadaki devrimci hareketlerle etkileşimini, kısacası maddi koşulların devrimci hareketler için nasıl verimli zeminler yarattığını iyi analiz etmek zorundayız.

Buna karşın geçmiş dönemlerdeki devrimci hareketleri günümüz mücadele biçimlerinin merceğinden değerlendirmek yeni bir alışkanlık değildir. Örneğin bazı eleştirmenler Fransız öğrenci hareketinin erkek liderler tarafından domine edildiğini ve feminist talepleri yeterince içermediğini öne sürmektedir. Bu eleştiriler günümüz perspektifinden bakıldığında geçerli görünse de temelde gülünç bir saçmalıktır. Bu yaklaşım günümüz mücadelelerinin devrimci harekete kazandırdığı (bazen kayıp olarak değerlendirilebilir) kaygıları, henüz siyasi gündemin merkezinde yer almadığı bir tarihsel sürece dayatmaktadır. Toplumsal cinsiyeti veya çevreciliği ele almadığı için onları suçlamak, mücadelelerinin tarihsel özgüllüğünü ve önceliklerini şekillendiren maddi koşulları görmezden gelmektir.

Oysa 1968 hareketleri, devrimci mücadelenin daha geniş yörüngesinde çok önemli bir süreci omuzladı ve kimlik politikalarına odaklananlar da dahil olmak üzere sonraki hareketler için önemli zeminler hazırladı. Kimlik hareketleri dahil birçok hareket 1968’de ortaya çıkan radikal enerjiden derinden etkilendi. 1968 hareketlerini, tüm baskı biçimlerini ele almadıkları için “başarısızlık” olarak nitelendirmek, devrimlerin tekil olaylar değil, devam eden süreçler olduğu gerçeğini göz ardı etmektir. Her mücadele dalgası, öncekilerin başarıları ve dersleri üzerine kuruludur ve 1968 devrimci dalgası bu diyalektik gelişimin hayati bir parçasıdır.

68’in mirasını göz ardı etmek veya onları gerici olarak yaftalamak, tarihin diyalektik gelişimini ve dönemin somut gerçeklerini görmezden gelmek anlamına gelir. Dönemin devrimcilerine yaklaşımda henüz tarihsel olarak gelişim göstermemiş düşünce biçimlerini dayatmak düşünceyi maddi gerçeklikten koparan bir tür tarihsel idealizmin ürünüdür.

Bugün ilerici siyasetin merkezinde yer alan meseleler, geçmiş dönemlerde devrimci hareket için henüz siyasi gündemin bir parçası olmayabilir. Bunu “gericilik” ya da “ezilen kimlikleri göz ardı etmek” şeklinde yorumlamak tarihsel ilerlemenin maddi koşulların gelişimine bağlı olduğu gerçeğini görmezden gelmektir. Hareketin ilericiliği, tarihsel olarak sonraları ortaya çıkacak ya da derinleşecek çelişkileri öngörememesi veya çözememesiyle değil, zamanının baskın çelişkilerini ele alma becerisiyle ölçülmelidir.

Hesaplaşma

Sosyal medyada sola dair tarihsel bağlamından kopuk tartışmalar farklı tarihsel dönemleri işaret etse de hepsinin toplandığı bir küme bulunuyor. Tüm bu tartışmaların temel hareket noktasını, devrimcilerin kendi geçmişleriyle hesaplaşma ihtiyacının vurgulanması oluşturuyor.

Devrimcilere dair dünya gerçeklerinden kopuk bir tablo çiziliyor. Tabloyu çizenler günümüz devrimcilerini muğlak bir noktaya yerleştiriyor. Devrimciler eski, işlemeyen ve ezilen kimlikler için tehlike arz eden “erkek” eğilimler ile bugünün “ilerici” kimlik hareketlerinin arasında belirsiz bir konuma yerleştiriliyor. Fırçayı kendi ellerinde tutanlar ilahi konumlarından devrimcilere ayet indirmeye başlıyor. Bu ayetler, solcuların geçmişleriyle hesaplaşmalarını ve bir tercih yapmaları gerektiğini telkin ediyor. Bu telkini yapabilmek uğruna denize düşen yılana sarılır misali AKP’li bir soytarının hatıratlarına bile kucak açılabiliyor.

Tablo öylesine tarihsel bağlamdan koparılıyor ki zaman bükülüyor ve solun da kimlik hareketlerinin de miladı sanatçımızın hayal dünyasına teslim ediliyor. Kimlik mücadeleleri devrimcilerle olan tarihsel ortaklığı yadsınarak kavranmak isteniyor. Aksi taktirde yalnızca solun yaşadığı dönüşüm değil, kimlik hareketlerinin yaşadığı neoliberal dönüşüm de kendini ele veriyor.

Elbette bu tweetleri yazan arkadaşların, ne bu denli bir tartışmaya girmek niyeti var ne de bu denli birikime sahipler. Onlar dahil olduğu kimlik hareketlerinde verilen vaazların ucuz kopyalarını sosyal medyada üretmeye yelteniyor.

Özeleştiri Tuzağı

Ekonomik ve ideolojik bir proje olarak neoliberalizm, kolektif dayanışmayı ortadan kaldırmaya ve yerini aşırı bireyciliğe bırakmaya çalıştı. Bunu sadece özelleştirme ve kemer sıkma yoluyla değil, aynı zamanda kültürel ve politik manzarayı yeniden şekillendirerek gerçekleştirdi. Neoliberal etkiyle sol, odağını giderek kolektif sınıf mücadelesinden bireyci kimlik politikasına kaydırdı. Bu değişim doğal bir evrim değil, neoliberalizmin toplumsal hareketleri parçalama ve depolitizasyon başarısının bir sonucuydu.

Devrimcilerin geçmişiyle hesaplaşması fikrinin nüveleri de bu yıkımda aranmalıdır. Bir kesim bu “hesaplaşma” furyasını saçma bulup kenara iterken azımsanamayacak bir örgütlü kesim ise bu tartışmaların önemli özeleştiri sebebi olduğunu söylüyor. Ya da kimlik hareketlerinden gelecek tepkiyi düşünerek itiraz etmiyor.

Bu da bizi bazı sorulara götürüyor. Solun örgütsel mekanizmalarındaki eleştiri ve özeleştiri ilkesi rafa mı kaldırıldı? Hayır, bu yaklaşım solun ezberini değiştirmeye niyetlendiği için yalnızca geçmişe dair hatalı yaklaşımları açığa çıkarmıyor, aynı zamanda örgütsel bilinci de paramparça ediyor. Mao’nun liberal eğilim için “Devrimci safları sağlam bir örgütlenmeden ve sıkı bir disiplinden yoksun kılar, politikaların uygulanmasını engeller” der. Çünkü “Liberalizm, küçük-burjuva bencilliğinden kaynaklanır, kişisel çıkarları birinci plana alır, devrimci çıkarları ikinci plana iter

Öncü ya da lider olarak tanımladıkları Türkiye Devrimci Hareketi’nin eşiklerini yaratan devrimcileri, “ardılları” olma iddiasıyla anan “örgütlüler” öncü isimlerin taşıdığı “homofobinin” özeleştirisini Twitter’dan vermeye yelteniyor. Ne için? Ne kadar “ilerici” olduklarını ispatlamak uğruna.

Oysa kimlik siyasetine en çok alan açan ve kimlik tartışmalarına en çok vakit ayıran, dolayısıyla en “ilerici” sıfatını alınlarına yapıştıran, bunun uğruna örgütsel yapısını bozan siyasetler yine ifşa metinleriyle, şiddet olaylarıyla en çok anılan gruplar olma özelliğini taşıyor. Bu açıdan örgütsel disipline sahip olmayan bir yapının özeleştirinin mahiyetini ve ciddiyetini kavrayacak mekanizmaları oluşturması, öncüsünü bu bilinçle özeleştiri süzgecinden geçirmesi yalnızca hayaldir. Bu yol, 16 Mart anmasında okunan Nazım’ın şiirindeki “duyduğunuz çakalların ulumasıdır” dizelerini türcü bulmaktan, Atilla İlhan’ın “sert adamlardı” dizelerine erillik atfedecek kadar laçkalığın normalleştiği bir örgüt atmosferine varmaktadır.

Nergisler Boy Veriyor

Düzenin getirdiği kıyımların karşısında, en ufak bir itirazda ışık hızıyla gelen engellemeler ve baskı atmosferi; kitleleri daha derin sessizliğe, neoliberalizmin ideolojik tahakkümünün ise kitleleri duyarsızlığa sürüklediğini söylemek için alim olmaya gerek yok. Ölüm sayısının günlerce yükselmeye devam ettiği katliam haberleri bile kaydırdığımız Reels videoları kadar dikkatimizi çekmiyor. Üzülüyor, içiniz parçalanıyor, etinizle kemiğinizle birilerinden nefret ediyorsunuz: “ama elinizden bir şey gelmiyor” Ta ki TikTok’ta sizi tüm bu curcunadan kurtaracak bir yemek videosunu görene kadar. Hafta sonu gidebileceğiniz tatlı bir kafeyi “kaydetmek” katliam haberlerinden daha fazla harekete geçmemize sebep olabiliyor.

Bu duyarsızlık hali yalnızca geniş kitlelerde zuhur etmiyor. Tersine neoliberal düzenden kendi payını alan kimlik hareketleri de benzer bir bireyci anlayışı yeniden üretiyor. Kimlik hareketleri içerisinde liberal anlayışlar baskın hale geldikçe etrafındaki dünyadan kopuk, başkalarıyla etkileşime giremeyen veya daha geniş bir topluluklar yerine yalnızca aynı sorunları paylaşan karakterlerle bir arada bulunabilen parçalanmış insan kalabalıkları ortaya çıkıyor.

Başkalarının acılarını görmeyen, küçümseyen, kendini dünyanın merkezinde gören Narcissus gibi sınıftan ve dolayısıyla toplumsallıktan soyutlandığını sanan neoliberal birey de kimlik hareketlerinin ekseninde birey oluşuna müthiş anlamlar atfettikçe karşılaştığı sorunlar ve yaşadığı acıları biricik sanıyor. Dünyanın merkezine çekildikçe, bu sorunları var eden sistemle hesaplaşmak şöyle dursun, rekabete yöneliyor, acılarını başkalarının acılarıyla kıyaslama telaşına düşüyor. Düzenin işçiye atfettiği konumu kimlik hareketinin şemsiyesinde yeniden üretiyor.

Ancak Narcissus’un âşık olduğu silüet yansıma yani yanılsamadır. Gerçek değildir. Tıpkı neoliberal bireyin kendini toplumda soyutladığını sanıp onun gerçeklerini bir kenara iterek benliğine âşık olması gibi.

Narcissus hikâyenin sonunda nergis çiçeğine dönüşür. Nergis çiçeği güzeldir ama yalıtılmış ve hareketsiz bir nesnedir. O toprağa doğrudan bağlıdır, iradesi yoktur. Ne içinde bulunduğu koşulları değiştirecek ne de kendini dönüştürebilecek bir imkana sahiptir. Solmadan kısa bir süre çiçek açar, güzelliğiyle insanları etkiler, dikkat çeker ancak bu bir yanılsamadır. Nergis çiçeği ölüme mahkumdur. Onun cazibesinden etkilenenleri, ona âşık olanları hayal kırıklığına uğratır.

Kemal Hakkı İhsan